İstanbul'a, dolayısıyla da Üsküdar'a ilk kez 1977'de gelmiştim. İlk ve en çok dikkatimi çeken şey, bütün binaların çatılarının kiremit kaplı olmasıydı. O zamanlar Trabzon Şalpazarı'nda yaşıyorduk, 4 yıl sonra ömrümün bugüne kadar olan kısmını geçireceğim Üsküdar'a gelip yerleştikten sonra da uzun süre bu imaj zihnimden silinmedi.
Kiremit çatılı evler... Neden bu kadar dikkatimi çekmiş, böylesine zihnimde yer etmişti? Sanırım Şalpazarı'nda geçen çocukluğumda oluşan izlenimler ve o dönemler bize verilen eğitim bunda etkili olmuştu. Kiremit, bizim köy evlerinin çatısında olurdu. Onlar da çok eski ve yosun kaplıydılar hep. Yeni yapılan evlerin çatıları ise çinko kaplanırdı. Kasabadaki evlerde kiremitin esamisi okunmazdı, hâttâ ileride bir kat daha atabilmek için kirişlerin ucundan fışkıran demir filizler açıkta olurdu. Dolayısıyla kasaba evlerinde -resmi binalar hariç-çatı filan göremezdik o zamanlar.
Yani çocuk zihnimde kiremit örtülü çatılar eskinin, taşranın, köylülüğün bir parçasıydı. Modern hayatta yeri yoktu. Hayatımda ilk kez İstanbul'a gelip de misafir olduğumuz evden baktığımda kiremit deniziyle karşılaşınca hiç de hoşlanmamıştım bu manzaradan. O şarkılarda, şiirlerde anlata anlata bitirilemeyen İstanbul bu muydu? Kiremitten başka bir şey bulamamışlar mıydı çatıları örtecek? Madem çatı olacaktı, neden çinko kullanmıyorlardı? Hem bu insanların ''ileride kat çıkmak'' (!) gibi bir düşünceleri yok muydu? Sonra şuncacık kiremitler o rüzgarlara, fırtınalara nasıl dayanıyordu? Uçup gitmiyorlar mıydı? Sokaktan geçenlerin başına düşmüyorlar mıydı?
4 yıl sonra hayat bizi İstanbul'a, dolayısıyla Üsküdar'a getirdi. Başka bir semt söz konusu değildi, çünkü Üsküdar'da evimiz vardı. Zihnimdeki kiremit algısı yıllarca hakimiyetini korudu. Benim gözümde Üsküdar, İstanbul'un geri kalmış, köhne bir semtiydi. Tabiî dönemin kendine özgü şartlarının bu algıyı beslediğini de görmezden gelemeyiz. Sene 1981, devir askeri idare devri, özellikle belediyecilik alanında hiçbir hizmet yapılmıyor, bütün yatırımlar durmuş vaziyette. Sular akmaz, çöpler dağ gibi, trafik tam bir ızdırap. (Evet, 30 sene önce de...)
Bir süre sonra fark ettim ki, İstanbul'un başta Üsküdar gibi kadîm semtleri olmak üzere her tarafında çatılarda kiremit var. Üstelik ne fırtınalar gelip geçiyor da hiçbiri yerinden bile kımıldamıyor. Daha da sonra fark ettim ki, o kiremitler taşrayı, köylülüğü değil, geleneği ve Osmanlı'yı temsil ediyor, yaşatıyor. Üsküdar da İstanbul'un en ''Osmanlı'' kalmış köşelerinden biri.
Yıllar geçti. Askeri idare gitti. Kaldırımlar döşenmeye, çöpler toplanmaya, sular akmaya başladı. Bizim için sadece şiir ve musikide geçen masal diyarı Çamlıca gibi yerlerin halka açılmasıyla Üsküdar'da olduğunu fark ettik. Her daim karşımızda olmasına rağmen hakkında kralın kızı efsanesinden fazla pek bir şey bilmediğimiz, asla ulaşamayacağımızı sandığımız Kızkulesi'ne gidip dokunabilir, içinde oturup çay içebilir hale geldik. Çeşitli vesilelerle İstanbul'un başka semtlerine gittiğimizde, Üsküdar'a dönüş zamanını iple çeker olduk. Orası bizim için hem gerçek İstanbul'du hem de artık memleketti.
Kiremitler yerli yerinde duruyor. Ne lodos fırtınaları yerinden kımıldatabiliyor onları ne de rezidans uygarlığı... Belki de onlar göründükleri gibi çatılarda eğreti durmuyorlar, yerin yedi kat altına kadar uzanan tarihi-kültürel kökleri vardır. Kimbilir?..
Bülent ŞİRİN