''Bu dizideki olay ve karakterler, tarihten ilham alınarak kurgulanmıştır.'' diye başlayan bir dizi düşünün. Durun bir dakika, siz düşünmeyin. Bizim yerimize de düşünmüş Meral Okay hanımefendi. Hadi Meral Hanım düşünmüş, oyunculara ne olmuş? Onlar da bir delinin attığı kuyuya taş atmaktan başka bir şey yapmamışlar. Bahsini ettiğimiz bu kimselerin birçoğu, Türk sinemasının önemli simaları. Hatta Meral Okay çok sevdiğim devlet sanatçılarından. Ya da idi. Her neyse. Mevzu ''Muhteşem Yüzyıl''. Muhtemelen Meral Hanım da şu anda bu ve buna benzer gazete, dergi ve köşe yazılarını, yorumları pek merak etmiyordur-zaten biliyor- ve kaale almayacaktır. Ana reklamın iyisi kötüsü olmaz. Teşekkür etmeli bize.
Dizi öncelikle bol garnitürden mürekkep bir Rus salatasıyla başlıyor. İçinde kız kaçıran Tatarlar mı yok. Osmanlı askerine dikbaşlılık eden esireler mi. Yoksa Kırım'dan sultana gönderilen hediye kızlar mı. Kendisine karşı gelen basit bir cariyeye susan Valide Sultanlar mı. Neler yok ki bu salatanın içinde.
Dönem Osmanlı Devleti'nin en şaşaalı devrinin yaşandığı Kanuni'nin saltanat dönemi. Yavuz Sultan Selim Han'ın oğlu Kanuni Sultan Süleyman'ı oynayan dizinin nadide sultanı, Halit Ergenç. Bu zat-ı muhterem öyle bir oynamış ki Sultan'ı vallahi aynısı.(!) Gördüm de biliyorum. Sesini de aynı ona benzetmiş. Onun gibi, heybetli heybetli konuşuyor. Cihana sultan olacak bir adamın edası var ses tonunda, vurgularda. Maaşallah, tü tü tü, kırk bir kere maaşallah. Bir de göz mavi, ten sarı. Niyeyse Balkan devşirmelerine benziyor. Sanırsınız kapıkulları yahut yeniçeriler arasından seçilmiş. Böyle bir padişah.(!) Daha dizinin başında, ölen babasının yerine geçiyor. Babanın cenazesine gidilmiyor, kabri dahi ziyaret edilmiyor. Böylesine nadide bir başlangıç var dizide. Sevgili Sultan'da, tıpkı babası gibi namaz niyaz var. Halka adalet var. Hatta babasından daha insaflı ve adil. Ancak bu sultanın öyle bir haremi var ki. Hani şu bahsettiğim hediye kızların geldiği ve aynı kızların valide sultanlara bağırdığı harem. Hamama kadar girebilen hadımların olduğu bir harem bu, şaşırmayın. İnsanın anlattıkça anlatası, salatayı karıştırdıkça karıştırası geliyor. Sultan'ın bir de has odası var. E ne de olsa haremi has odaya atmak caiz. Sultan iki rekat namaz kılıyor yalnızca, o da halvetten önce. Yoksa namaz akla gelmiyor. Muhtemelen sultan boy abdestini de hamamı da halvetten halvete görüyor Meral Hanım'a göre. Dizinin gelmeyesi bölümlerinde padişahı hamamda yıkanırken görürseniz şaşırmayın. Hatta o Hürrem olacak Alexandra ile. Yalnız hak vereyim, Hürrem'i çok güzel seçmişler. E sözde Kanuni'mize de hak vermek lazım. İnsan bıraksın cihana hakim olan bir padişah olmayı, veliyyullah olsa yine bu nadide güzele meyleder. Hele öyle ''Sülüman'' diyen bir cariye daha görmem işken. Bir de Kanuni ara sıra daldığında, hep o cariyenin ismini bu şekilde söyleyişini hatırlıyor ya. Ne kadar hoşuna gittiyse artık, sürekli bir gülümseme hasıl padişahımızın sözde yakışıklı yüzünde. Keşke tarihler de Sultan Sülüman diye yazsaydı. Dünya Sultan Sülüman'a kalmasaydı. Ah keşke!
Güne valideciğinin hayır duasını almadan başlayamayan sevgili Kanuni, zamanın Aşk-ı Memnu'sunun bol entrikalı annesinin, Nebahat Çehre hanımefendinin gönlünü hoş eyledikten sonra ancak başlayabiliyor işlerine. Sanırsınız, aynı Adnan Bey. En önemli işi ise tahtta kollarını yayabildiği kadar genişçe açarak oturmak. Bir de tek oğulcuğu Mustafa'nın anneciği Mah-i Devran'a zümrüt taşlı bir yüzük yapmak. Tabi cariye Alexandra'yı hayal ederek. Saltanat işi, marifet işi. Yoksa nasıl cihana hakim olunsun, zümrüt yüzük yapmak şart.(!) Bir de ''heybetlu konuşup haşmetlu yürümek''. Destur alınmadan yanından durulmayan, yanından geçtiklerine baş eğdiren padişahımızın en iyi bildiği iş, bütün haşmetiyle arz-ı endam etmek Topkapı Sarayı'nda. Olacak iş mi diyorsanız demeyin. Oluyormuş meğer. Bir devlet haşmetle, ihtişamla yürüyerek yönetiliyormuş.(!) O yüzden ''Muhteşem Yüzyıl''. Değil mi ama!
Dizinin en acınası karakteri Mah-ı Devran. Yani sultanın ilk eşi. Malum, hangi güçlü ve devletlu sultan bir tane hatun ile yetinmiş. Üzerine daima bir kuma gelecek olan ilk şehzade eşlerine iyi bir örnek olmuş bu hatun kişi. Ancak sultana olan aşkını, makamına feda etmiş bu zavallı kadın. Raksla sultanın gönlünü çalan Aleksnadra'ya meydan okumak yerine, onu izlemekle yetiniyor. Türk hanımının bu kadar aptal olacağına inanamıyorsunuz tabii. Günler sonra sultana kavuşan Mah-i Devran Hatun, sultanını başka bir kadının yatağına neredeyse eliyle gönderecek. Sözde valide sultanın ''Sen en kıymetlisin'' sözüne güvenerek yapıyor bunu da. Hayret ediyorsunuz. Bu kadının kadınlığından şüpheye düşüyorsunuz. Fiziki kuvveti yetmeyen kadın, kadınlığının kuvvetini kullanamayınca rakkase Aleksandra'nın Hürrem Sultanlığı hak ettiğine ik na oluyorsunuz. Bu kadar basit bir yenilgi yani, düşünün. Sözde ilham alınan tarihi kurgu, hakikaten mükemmel(?). Allahtan valide sultan var da azıcık toparlıyor durumu. İç savaş da Kanuni'nin ''valideciği'' yüzünden başlamış oluyor.
Doğuya ve Batıya hükm eden padişahı da görmeyin hani. Cariyesiyle halveti sonrası, kendi iradesine bile gücü yetmeyen, aynada kendi suratına dahi bakamayan bir ucube kesiliveriyor. Halvet öncesi şerbetler içilirken akla vicdan gelmiyor ama... Yalnız şuna katılıyorum: Elbette cihana hakimiyet kurmaya meyl eden gönle sahip bir padişahın gönlünde bir tane hanım olmaz. İstediğini sever, istediğini alır. Padişah, hele ki Kanuni gibi bir Sultan da alamıyorsa kimse yeni bir hatun almasın odasına. Helali dörde kadarsa dördünü de alma hakkına sahiptir sultan. Nefse yok yere eziyet etmenin, nikahsız ırza sahibiyetin lüzumu yoktur. Bunu her padişah değil, her müslüman bilir. Ama her gece işret sonrası bir cariyeyle, yok nikahla değil de mor mendillerle yazıla yazıla da bir harem sistemi hayal etm ek, kurgulamak akıl alır gibi değil. Zaten harem denilen şey saklıdır ve saklı kalması evladır. Hareme girmeyeceğim, sadece şunu ekleyeyim; haremde nam-ı diğer Burhan Altıntop hadım olup görgü dersi veriyor cariyeciklere. Meral hanımefendilerin eğitimden anladıkları sultana cariye diye seçtiklerine birazcık medeniyet, adap öğretip Sultan'ın yatağına, Has odasına hazırlamakmış. Ne has! Baktığınız zaman üniversiteye giriş sınavlarına hazırlanır gibi hazırlanıyor kızcağızlar. Maaşallah diyeceğiniz geliyor. Halbuki Osmanlı'da harem deyince akla kadınların adab-ı muaşeretten ziyade medrese eğitimi aldığı, hem ilm u hal bilgilerinin, hem fenni ilimlerin verildiği, her şeyin kendilerine has tertip edildiği, hanımların daha rahat hareket edebildiği, mahremiyetin sınırlarının islami ölçülerle çizildiği bir düzen geliverir akla. Sonuçta bu hatunlar saray eşrafıyla, devlet adamlarıyla, ordu mensuplarıyla evlendirilir ki, ''saraylı'' tab iri ''kültürlü'' tabirini bu nedenle karşılar. Bu hanımlar yeni doğacak saraylı evlatların anneleri olma hüviyeti kazanacaklarından iyi eğitimli olmaları şarttır. Harem derin mevzu, yazıldıkça üzerine yazılabilecek bir konu. Çok girmeyeceğim o yüzden. Yalnız hakikaten Meral Hanım tarihî ilhamla, iyi kurgulamış dizisini.(?) Helal olsun. Allah'tan ilham alıyor, ya almasaydı... Vay ki ne vay!
Meral Hanım sadece tarihi Rus salatasına çevirmekle kalmamış, vaktiyle çekilmiş dizilerden de bir piyaz yapmış. Halit Bey'den mütevvellit, vaktiyle çekilmiş ''150 bin dolarlık'' Binbir Gece dizisine de atıflar var. Hürrem'in, nam-ı diğer Aleksandra'nın ''Sultanın koynuna bir gece değil, binbir gece girme'' hevesi insanı alıp Şehrazat'a götürüyor. Nasıl götürmesin. Sonuçta bu dizi de, her ne kadar tarihten ilham alınsa da(?) bir masaldan ibaret. Çocukların dahi insanüstü gerçekleşen olaylarına anlam veremeyeceği, gülüp geçeceği bir masal. Aşk-ı Memnu'nun meşhur Firdevs'i de aynı, hiç değişmemiş. Değişen kıyafetler. O fesat, içten pazarlıklı, ortalık karıştırıcı rolü devam ediyor hanımefendinin. Kızı Bihter yok ama diğer kızını almış yanına. Gelecek bölümlerde saray sahibi boynuzlu Adnan'ı da, farklı bir padişah ismi altında göreceğiz demektir. Bu kadar saçmalığa, bu da yakışır doğrusu.
Dizinin ilk bölümü gelecek bölümlerini de haber verdi. Devşirmelerle ilgili verilen düşüncelere şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Safsatalarla bezenmiş dizide yetersiz de olsa devşirmelikle ilgili söylenen birkaç düşünceye sevinmeye çalıştım. Ancak tatsız bir salata mide bozucu oluyor. Bu da bütün lüzumlu malzemeyi faydasız kılıyor. Ayrıca koca dizide beni eykileyen tek doğru sözü Mah-ı Devran ediyor. Bir durumu geçiştirmek için ara söz olarak kullanılan bir söz bu. Ama bana kalırsa bütün Al-i Osmanî'nin yıkılış serüveninin ve hatta senaristinden yapımcısına dizi sahiplerinin bu akılalmaz hayalciliğinin özeti mahiyetinde. Özel dairesinde, halayığının altın tasını raftan kaldırdığını gören Devran Hatun şöyle diyor kıza: ''Dokunma ona, çok kıymetlidir. Kırılır.'' Öyle değil midir hep? Kıymetli olanı kırmak, incitmek görev addedilir kimilerince. Kıymetli olanı kırmaktansa, ondan uzak durmanın evla olduğunu aklına getirmez idraksizler. Bu en kolayıdır ve aslında istenmeyenidir. Bu idraksizler kıymetli olanı iyi bilip, onu iyi tanıyıp anlamayı ve onu öylece yaşamayı fikr etmezler. Ona sarılmayı, onu kuşatmayı bilmediklerinden uzaklaşırlar ondan. Kendileriyle yüzleşmekten korktukları için saklanırlar kıyılara köşelere. Kıymetli deyip kıymetini bilmediklerini dosdoğru anlayıp, hayatlarında bir yerde barındırmak istemezler. Bu yüzden değiştirirler, bu yüzden hırpalarlar, parçalarlar. Onlar için en önemli olan kendileridir. Öpmeyi, koklamayı bilmeyenler öpülmek istediklerinden, övülmek istedikerinden kırarlar. Dağıtıp, madden veya manen değerli olandan yararlanıp, bir kenara atarlar. En nihayetinde kaçarlar, bittabii önce kendilerinden sonra kırdıklarından.
Sevgili senaristimiz Meral Hanım, öyle bir dokunmuş ki kıymetlimiz Osmanlı'ya. Vallahi kırmış. Para uğruna, sanat uğruna koca bir tarih yağmalanmış, lime lime edilmiş. Yetmemiş, bu minik yavrucaklara da böyle intikal ettirilmiş. Umarız hassas seyirciler, bunları bilir de dosdoğru anlatır evlatlarına tarihi. Yoksa tarihimiz ve dahi geleceğimiz, yeni Meral Hanım'ların elinde harap olacak. Keşke dizinin en başına, ''Bu dizideki olay ve karakterler, tamamen hayal ürünüdür'' yazılsaydı; belki tek bir doğrusu olurdu. Yazık, billahi yazık...
Esra KİRİK