12 Eylül 2010'da yapılan referandum öncesi Türkiye'de zorlu bir süreç yaşandı. Belki de en gergin seçim süreçlerinden biriydi. Zorlu ve gergin olduğu kadar ilginç ve tuhaftı da. Yıllardır 12 Eylül darbesinden en fazla mağdur olduklarını iddia eden kesimler, darbenin yargılanmasının yolunu açacak anayasa değişikliğini istemiyorlar, canlarını dişlerine takmış ''hayır'' kampanyası yürütüyorlardı. Sesleri de çok çıktığı için onların dediği olacak gibi bir yanılsama da olmuştu gerçi. Medyada bazı köşe yazarları sonucun hayır çıkacağına kesin gözle bakarak bu fikrin üzerine ciddi ciddi yorumlar yapıyorlardı. Birçok seçimlerde olduğu gibi sessiz çoğunluk oylama günü geldi, sözünü söyledi ve gitti.
Referandum sonucunun evet çıkmasıyla darbecilerin yargılanamayacağını, çünkü zaman aşımının söz konusu olduğunu, dolayısıyla AK Parti'nin herkesi kandırmaya çalıştığını iddia ediyordu hayır'cılar. Görüldüğü gibi çatır çatır yargılanmaya başladılar. Zaman aşımı filan yokmuş meğerse.
Yargı süreci başladı ama bazı muhteremler pek de memnun olmadılar. 12 Eylül'ün ürünü (!) olan AK Parti'nin bizzat 12 Eylül'ü yargılaması olacak iş değildi onlara göre. Anlamak mümkün değildi. Peki kim yapmalıydı bu işi? CHP ya da MHP mi? Onlar zaten davaya müdahil olmak için başvurdular ve kesinlikle doğrusunu yaptılar. Cidden tebrik etmek gerekir. Olması gereken tam da buydu. ''Biz referandumda hayır dedik, müdahil olmak çelişkidir'' demediler.
Tabii gözler yavaş yavaş bir kişiye çevrildi. Nedense sesi soluğu çıkmıyordu bu kişinin. 12 Eylül darbesi O'nun hükümetine karşı yapılmış, bir süre zorunlu ikamete tabi tutulmuş, on sene boyunca siyasi yasaklı ilan edilmiş. O da birkaç yıl bekledikten sonra meydanlara çıkmış, ''demokrasi, özgürlük, yasaksız Türkiye'' diye bas bas bağırıp mangalda kül bırakmamış. Sonunda yine gelmiş istediği yere. Kısa bir süre sonra da kontenjan boşalınca (!) daha fazla istediği bir yere gelmiş. Çok sonraları, ''hiçbir piri faninin reddedemeyeceği bir yer'' demiş orası için. Ama reddeden piri faniler çıkmış, o ayrı mesele.
Bu kişiyle ünlü bir gazeteci röportaj yaptı ve kibarca neden sesinin çıkmadığını sordu. Aldığı cevap tam da o kişiye yakışır bir cevap oldu. ''Ben 12 Eylül'le hesaplaştım'' Demek bütün derdi kendi hesabıymış bu yüce kişinin. Demokrasiyi, özgürlüğü ve yasaksız Türkiye'yi sadece kendisi için istiyormuş. Onca işkence, idamlar, göz altında kayıplar, faili meçhuller filan umurunda bile değilmiş.
12 Eylül'ün sorgulanmasına neden serin yaklaştığını aslında tahmin etmek zor değildi. Bir adım sonrasında 28 Şubat sorgulanacaktı ve muhteremin de kapısı çalınacaktı kuşkusuz. Nitekim o da başladı, dönemin en güçlü isimlerinden biri tutuklanarak ceza evine gönderildi. 12 Eylül'ün asırlık çınarı mahkeme kapılarına getirildiğine göre, yargının bizim muhtereme de soracağı birkaç sual vardır. Bakalım ne cevap verecek o zaman, ne inciler döktürecek? Tarihe geçen bilge sözleri para edecek mi, çok merak ediyorum. Ne yapmışsa işçisi, memuru, köylüsü için yapmıştır. Kendisi için bir şey istemişse namerttir. Dün dündür, bugün de bugündür. Benzin vardı da kendisi mi içmiştir? Yüz gün sonra gelin, bakın bakalım enflasyon ve anarşi olacak mıdır?
Bence mahkemede bunları söylesin. İlk celsede beraat eder, üstüne bir de hakimler kendisinden özür diler kalıbımı basarım. Ama durun, daha yargı kapısını çalmadı. Belki de hiç çalmaz. Belli mi olur, 6 kere gidip 7 kere geldiğine göre bir kerameti vardır elbet hazretin. İşte günün birinde o kerametin işe yaramadığını görürsek, gerçekten darbeler dönemi bitmiştir diyebileceğiz. Hayırlısı bakalım.
Bülent ŞİRİN