Bu konu üzerine daha önce de yazı yazdım ama daha epey yazmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu görüş dile getirildiği zaman bazı kimseler bunu mevcut rejime muhalefet ya da düşmanlık olarak algılıyor ve savunmaya geçip tepki gösteriyorlar. Ancak bu bir süreç, sonsuza kadar sürmesi mümkün değil ve bir gün bitmesi kaçınılmaz. Hakkında bir tespit yapmak için de taraf ya da karşıt olmak gerekmiyor.
Ulus-devlet dönemi hayli uzun sürdü. Yıl sayısı olarak sadece bir asır gibi görünebilir ama geçtiğimiz günlerde görüştüğümüz bir dost, son yüzyıldaki gelişmelerin bilinen insanlık tarihinin tamamından daha fazla olduğunu söyledi, tabii ki yazılı bir kaynağa dayanarak. Bu kadar hızlı gelişen ve değişen bir çağda ulus-devlet sisteminin bir anlamda imparatorluklar kadar, hâttâ belki de daha uzun süre devam ettiğini söyleyebiliriz.
Tekrar ifade edelim, bu bir tespittir. Bizim dememizle ne devirler başlar biter ne de rejimler tehlikeye girer. Dönemin şartlarında isteseniz de istemeseniz de o şartlara bir şekilde uymak zorundasınızdır. 1923'te Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu dönemde Dünya'da başka bir sistem geçerli olsaydı Cumhuriyet'in kurucu kadrosu o sisteme uygun bir düzen kuracaklardı ister istemez.
Günümüzde ülkeler arasındaki sınırlar iyice gevşedi. Klasik ama yerinde tabirle Dünya küçük bir köye döndü. Dünya'nın öbür ucundaki bir ülkenin borsasındaki sarsıntı artık bizim ekonomimizi de az çok etkiliyor. Eskiden öyle değildi. Yanı başımızdaki ülkede yer yerinden oynasa bize en ufak bir rüzgar bile esmezdi. Hâttâ çoğu zaman haberimiz bile olmazdı.
Bu realiteyi görmezden gelmek, değişen ve gelişen şartları göremediği ya da görmek istemediği için yıkılan Osmanlı'nın tavrına benzer. Kabul etmeli ki ulus-devlet formülü, ulusal kimliği büyük ölçüde ''dışarıdaki düşmanlar ve içerideki hainler'' üzerinden üretir. Dışarıdaki düşmanlara karşı sınırlarımızı iyi korumalı, içerideki hainlere karşı uyanık olmalı, oyunlarına gelmemeliydik. Kendi aramızdaki sorunların pek önemi yoktu. Hayat standardı düşükmüş, bizden bilim adamı çıkmazmış, doğan her bebeğin yüzde bilmem kaçı ölüveriyormuş, hiç önemli değildi. Ecnebinin kaliteli de olsa malına döviz kaybedeceğimize çürük çarık da olsa yerli malı kullanmalıydık. Yeter ki birlik-beraberliğimiz (?) bozulmasındı.
Dünya'nın yüksek gerilimle yaşadığı soğuk savaş yıllarında bu düzene katlanılabilirdi. Hâttâ belki de katlanmaktan başka çare yoktu. Fakat köprünün altından çok sular aktı. Ve günümüz realitesini en iyi anlayan ve anlatan, İKEA adındaki dev İsveç firmasının Türkiye'ye gelmiş olması karşısında şimdi adını ve unvanını hatırlayamadığım mobilyacılıkla ilgili bir dernek ya da oda başkanının sözleri oldu. Şöyle diyordu başkan: ''İKEA Türkiye'ye geldiyse, biz de İsveç'e gideriz.''
İşte tespit de budur, çözüm de. Madem Türkler olarak çalışkan ve zeki insanlarız, o halde Dünya'nın her yerinde çalışır, üretir ve kazanırız. Nasıl ki evimizde bulunan bir televizyon ya da bilgisayar mecazi anlamda yabancı bir ülkenin bayrağıdır, o cihazın bulunduğu alan konsolosluk misali o ülkenin toprağıdır, biz de kendi markalarımızla gider her yere bayrağımızı dikeriz.
Kalın duvarlarla çevrili bir ülkede kendi kendimize ne kadar şanlı ve kahraman bir ulus olduğumuzu anlatıp durmakla hiçbir şey olmuyor. Kendinizi çok önemli bir ülke ve çok önemli bir ulus zannederken, bir belgeselde Amerikalıya ''Türkiye hakkında ne biliyorsunuz?'' sorusu sorulduğunda lakayt bir tavırla ''Asya'da bir yer'' cevabını verdiğini duyup televizyon karşısında şoke oluyorsunuz.
İKEA Türkiye'ye geldiyse, gelmesine izin verenlere verip veriştirmekle, yerli malı günlerine ağıt yakmakla hiçbir sorunu çözemezsiniz. Hele gelenleri kovalamaya filan kalkarsanız, Donkişot'tan bile daha komik duruma düşersiniz. O hiç değilse yazıldı da tarihi bir şahsiyet oldu. Siz olsanız olsanız bir karikatür olursunuz, o da çizecek biri çıkarsa...
Bülent ŞİRİN