Can DÜNDAR'a Açık Mektup
Sayın Can Dündar,
7 Şubat 2008'de yayınlamış olduğunuz mektubu maalesef ki yeni okudum. O zamanlar -yayınlamanızdan yola çıkarak- aynı görüşte olduğunuz Handan HAKTANIR kadar önemli(!) bir kişi olmasam da bugün de aynı korkuları taşıyıp taşımadığınızı merak etmiyor değilim. Merak ediyorum fakat çok da önemsemiyorum zira önemsesem muhtemelen bu yazınızı 2008 yılında zaten okurdum.
Gelelim mektubumda bahsetmek istediğim şeye...
Can Bey,
Yayınladığınız bu mektup AK Parti'den önce ısrarla savunduğum bir gerçeği bana hatırlattı: Türkiye ve İran farklı ideolojiler tarafından aynı yönetilen iki ülke... Tek fark İran dışa bağımlı değil.
Handan hanımın 2008 yılında size gönderdiği mektupta İran'da geçen olayları aslında AK Parti öncesi biz de Türkiye'de maalesef ki sizin gibi aydınlarımızın farklı tarafa baktığı coğrafyalarda yaşıyorduk. İstanbul'un göbeğinde: acıbademde... Fakat bu konuya girmeden önce mektuptaki İran ile 2002'deki Türkiye'yi adım adım kıyaslayalım isterseniz.
İran'daki hicap zorunluluğundan bahsederken yabancı diplomatın eşinin şapka ile bu yasağı delmeye çalıştığını ve devrim muhafızları tarafından uyarıldığını yazmış mektupta hanım efendi...
Hatırlar mısınız bilemiyorum ama Türkiye Cumhuriyeti başbakanını hatta bırakın başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını sadece eşi kapalı diye resepsiyonlara eşsiz davet eden bir ülkeydi Türkiye...
Ruj sürdüğü için kimse karakola alınmadı ama baş örtüsü taktığı için okuldan atılan yüzlerce kişi tanıyorum. Hatta bir arkadaşımın ''Müslüman topraklarda inancımla yaşayamıyorsam, hristiyan topraklarda yaşamayı tercih ederim'' dediğini de hatırlıyorum.
Öğrencilerin bir gün okula gittiklerinde hicapsız bundan sonra okula giremeyeceklerini sadece İran söylemedi. İstanbul'un göbeği, aydınların(!) cirit attığı acıbademde sadece inançları gereği başlarını örttükleri için hatta sadece sırf bu sebepten imam hatipte okumak isteyen gençlerin karşısına binlerce silahlı çevik kuvvet polisini de bu ülke dikti.
Bilgi olsun diye söylüyorum;
2002 yılında sadece 300'ü erkek olan ve en büyüğü 17 yaşında olan 1200 kişilik bir okulun önüne 3 bin tane silahlı çevik kuvvet polisini bu devlet dikti. İlk kez o zaman silahların çocuk da olsa birilerine doğrultulduğunu gördük. Üstelik silahları doğrulturken haklıydılar da: Okula girmek istiyorduk.
Evet biz gördük ama siz aydınlarımız görmediniz. Muhtemelen başka tarafa bakıyordunuz.
İran'da 3 yıl süren bu süreç Türkiye'de o kadar da sürmedi. Önce başörtülü öğretmenler görevden alındı. Sonra YÖK ilahiyatlarda başörtüsünü engelledi. Hatta dönenim Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Zekeriya Beyaz, ''Atatürk'ün annesi gibi alttan fiyonk yaparsanız girebilirsiniz'' gibi saçma formülleri de hayatımıza soktu. Sonra imam Hatipler...
İlk başlarda inançlarını yaşayamadıkları için ağlayan kız çocukları inançlarını yaşayamamayı doğal ve yerine getirilmesi gereken bir şart olarak algılamaya başladılar, tıpkı İran'daki gibi...
Sonra mı?
Okulda başlarını açmak zorunda kalan kız çocukları tak çıkarla uğraşmaktan yorulup dışarıda da başlarını kapatmaktan vazgeçti. Bunun buz dağının görünen kısmı olduğunu daha sonra fark ettik. Artık başörtülülere iş kapıları kapandı. Ekranlardan baş örtülüler çıkartıldı. Sakallılar örgütçü ve terörist ilan edildi. O kadar ki kendini muhafazakar ilan eden iş yerleri dışarıya bakan yüzlerinde kapalılara yer vermemeye başladı.
Bunun aslında inançlı insanların ezilmesi, kontrol altına alınması ve korku altında yaşayan, ikinci sınıf insanlar olduklarına inandırılması olduğunu maalesef ki yıllar sonra fark ettik.
Bu nedenle kimse çıkıp da git gide İran'a benziyoruz demesin. Biz aslında 2002 yılında İran'dık. Git gide özgürleşiyor, demokratikleşiyor ve hatta avrupalılaşıyoruz.
Bilmiyorum ''bu yazıyı okur musunuz?'' ve yine bilmiyorum ''okusanız da yayınlar mısınız?'' ama keşke bu ülkenin aydınları olarak ülkemizdeki olaylara biraz daha objektif yaklaşabilseniz...