10 Ağustos'ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucu hakkında kimsenin kafasında fazla bir soru işareti bulunmuyor. Futbol tabiriyle hiçbir maç oynanmadan kazanılmaz, ancak görünen köy kılavuz istemez atasözü galiba bu duruma daha fazla denk düşüyor.
Toplum bir konu ya da alanda değişim istiyorsa, o değişim eninde sonunda gerçekleşir. Kendini toplumun üzerinde gören bir takım güçler bu değişimi zor kullanarak bir süre engelleyebilir ya da erteleyebilir, fakat su er ya da geç yatağını bulur.
Bu seçimde Başbakan Tayyip Erdoğan kesin favori görünüyor, anketlerde açık ara önde gidiyorsa, toplum da Başbakan'ın gerçekleştirmek istediği değişimlere onay veriyor demektir. Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'yi götürdüğü çizgiye itirazlar giderek daha düşük ses tonlarıyla ifade ediliyor. Belli bir kesim hâlâ yüksek sesle Türkiye'nin bölüneceğini, bir felakete doğru sürüklendiğini, ülkeyi hiç de iyi bir geleceğin beklemediğini bağıra bağıra söylüyor ama ciddiye alınma oranları git gide azalıyor. Eskiden toplumun istediği değişimlere direnen, toplumu kendi bildiği istikametlere zorlayan güçlerin uzun süredir her hamlelerinde yenildiğini, hâttâ yurt içindeki odakların artık takatlerinin kalmadığını herkes görüyor.
Küresel güçlerin de Başbakan Erdoğan'ın kalemini kırdıkları söylenip duruyor, son bir yıldaki olağan dışı gelişmeler de (Gezi, 17-24 Aralık vs.) bunu doğrular nitelikte görünüyor ama Başbakan kendi yolunda emin adımlarla yürüyor. Yani artık bir işaretle Türkiye'yi tepe taklak götüren, diz çöktüren güçler istediklerini eskisi kadar rahat yapamıyorlar. Pekâlâ, nasıl gelindi bu noktaya? Bildiğimiz kadarıyla açıklamaya çalışalım ve önce biraz gerilere gidelim:
8-10 yıl kadar önceydi sanırım, bir ahbabım ''Türkiye'nin kişi başı milli geliri 15-20 bin dolar olsa ne Kürt sorunu olur ne de baş örtüsü sorunu'' demişti. İlk bakışta ilgi kurulamıyor, değil mi? Ama bire bir ilişkili ve Türkiye'nin şu anda Dünya'da eskisinden daha güçlü bir pozisyonda bulunmasının en önemli sebebi Milli Gelir'in önemli düzeyde artmış olmasıdır.
Bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca eğitim öğretim sisteminde (sadece okulda öğretilenlerden bahsetmiyoruz. Filmler, romanlar, hikâyeler vs.) fakirlik kutsanmış, zenginlik lanetlenmiştir. ''Fakir ama mutlu, fakir ama huzurlu...'' klişeleri ne kadar da zihin dünyamıza kazınmış, değil mi? Zenginler ise mutlaka çalmış, çırpmış, gayrı meşru yollardan zengin olmuşlardır. Bütün eski Türk filmlerinde zenginler kötü adamlardır; ya şehirdeki huzur adası mahallede yaşayan sevimli ve masum insanların evlerini ellerinden alıp apartmanlar dikmeye çalışan kodamanlar ya da köyde gariban insanların mahsullerini ellerinden alıp servetine servet katan zalim ağalardır. Üzerine tez yazılsa yeri olan Lütfi Akad'ın ''Gelin, Düğün, Diyet'' üçlemesinin ise ana fikri bu paradigmaya başkaldırıp köyden şehre gelerek zengin olmaya çalışan ailenin para hırsıyla gözü dönmüş insanlık dışı mahlûklar olduğunu anlatır esas olarak.
Toplum da bu öğretiye uyum sağlamış, fakir ama mutlu ve huzurlu (!) kalmayı tercih etmiştir. Ülkenin serveti ise hep belli zümrelerin elinde toplanmış, uzun süre yurt içi ve yurt dışı politikaları onlar belirlemiştir. Çok değil, 14 sene önce bir gecede Türkiye'den çekilen 5-6 milyar dolar para ülkeye krizlerden kriz beğendirmiş, ortada ne huzur kalmıştır ne de mutluluk... Ve 17 Aralık sürecinde Türkiye'den çıkan paranın boyutunun 100 milyar doların üzerinde olduğu ifade edilmektedir, buna rağmen bırakın krizi takip eden 2014'ün ilk çeyreğinde Türkiye hatırımda yanlış kalmadıysa yüzde dört de büyüme sağlamıştır.
Üzerine bütün gücüyle abanan odaklara karşı bu kadar sağlam bir direniş gösteren bir ülke artık kolay kolay yıkılmaz, eski günlere de dönmez. Elbette Türkiye başta ekonomi alanı olmak üzere hiçbir alanda sorunsuz değildir. Endişelerin tamamen yersiz olması için daha kat etmesi gereken çok yol vardır. O yol statüko ile yürünmez. Sıra dışı metotlar uygulamak, ezberin dışına çıkmak lazımdır.
Bize göre Recep Tayyip Erdoğan'ın çizgisi bu tasvire uymaktadır. Anketlere bakılırsa sadece bize göre de değildir.